26 Haziran 2012 Salı

Burası başkent Ankara, yıl 2012!


                                                                               "Nasıl" derdim, "Nasıl çalışıyorlar böylesi yerlerde"?
Her an tepenin ardından baskın yiyecekmiş gibi, siyah kar maskeli adamlar tarafından tutututututu diye taranacakmış gibi, 'yakalandın' denip üzerine kafes kapatılacakmış gibi... 
Kuş uçmaz, uçsa da sen görmezsin, kervanın zaten burada işi ne?


"Nasıl" derdim, "Nasıl çalışıyorlar böylesi yerlerde"?
Hani desen hayvanlar, bitkiler, kırlar, çiçekler,   cennetten bir köşe...
 Hep aynı manzara, hep aynı otlar, hep aynı rüzgar, hep aynı yönden esen aynı rüzgar!
 Kuş uçmaz, uçsa da sen görmezsin, kervanın zaten burada işi ne?

 
"Nasıl" derdim, "Nasıl çalışıyorlar böylesi yerlerde"?
Bakkal yok, kırtasiye yok, baloncu yok, oyuncakçı yok, renk yok, enerji yok, korna sesi yok, 'imdat' desen dönüp bakacak insan yok, sessizlik bile sessizliğe gömülmüş...
Kuş uçmaz, uçsa da sen görmezsin, kervanın zaten burada işi ne?


Ama fare var hocam,
ama yılan var hocam,
ama kışın aç kalınca saldıran köpek var hocam,
ama soğuktan dolayı ısıtılamayan sınıflarda montla oturmak var hocam,
ama çocuklar koşarken ayağı takılsın diye fırlak rögar kapakları var hocam,
ama yığınla eksik var hocam,
ama ana sınıflarımızda devasa öğretmen masalarımız var hocam,
ama aslanlar gibi, kaplanlar gibi demirden statükomuz var hocam,
daha ne istiyorsun hocam;
buralardan kuş uçmaz, uçsa da sen görmezsin, kervanın zaten burada işi ne?
Bizler Teğmen Giovanni Drago'yu gömmüş adamlarız, 
evelallah taşı sıksak taş çıkartırız; hayat kuruturuz! 


Yıl 2012, başkent Ankara, hoş geldin hocam!
Yeni görev yerin hayırlı olsun!





20 Haziran 2012 Çarşamba

Seminer notlarına devam...

Seminer notlarına kaldığımız sayıdan devam ediyoruz:

4) Seminer süresinin normal mesai dışına çıkmayacak şekilde yapılması (Evet yarım gün çalışıyormuşuz gibi 5 saat üzerinden ve 10'ar dakikalık aralar şeklinde düzenlenmişti seminer programı, ama bu süre yeterli değildi. Niye derseniz; 10'ar dakikalık o aralarda yemek yiyemiyordunuz. Sabah 09:00'dan öğlen 14:15'e kadar süren bir program olduğu için de yemek yememek olamazdı tabii... 5 gün boyunca öğlen yemeği olarak bisküvi-çikolata yemekten benim bağırsaklarım yolunu şaşırdı diyeyim gerisini siz anlayın artık!

5) 21 aylık oğulcuğum sebebiyle çocuksuz konularla-gözlemlerle ceplerimi doldurmak (Bu seminerden kesinlikle önce oğlum için çok faydalandım aslında) Bunu bol bol yaşadım. İlk aklıma gelenleri yazayım:

  • En ön sırada oturup hem anlatılanları dinleyen, hem de tığ ile örgüsünü ören öğretmenim sizi çok sevdim!
  • Çay-kahvenin satılmadığı yerde hemencecik termoslarla bu açığı kapatan öğretmenlerim sizlerdeki pratikliği, olay çözücülüğü ve hızı çok sevdim!
  • Bulunduğumuz bölgede oturan ve uzaktaki öğretmeninin daha bir hafta orada olacağını öğrendiğinde, onu ağırlayabilmek için çay-karpuz-yemek ikramıyla öğretmenini ağırlamaya çalışan veli sizi çok sevdim!
  • Nihayet 3. gün yanında kitap getiren öğretmenlerim sizleri çok sevdim!
  • Minnak bilgisayarıyla gelen tek öğretmenim sizi çok sevdim!
  • Tuvaletten çıkarken ışığı kapatan öğretmenim sizi çok sevdim!
  • Termos olayını abartıp kilim vs. ile işi pikniğe çeviren öğretmenlerim sizi hiç sevmedim!
  • 20 dakikalık yürüme yoluyla ancak ulaşılabilen seminer salonuna, ne giderken ne de gelirken "arabasına çağırmayan" öğretmenlerim sizi hiç mi hiç sevmedim!!!

6) Kendilerinden bahsetmediğim seminer hocalarımız vardı ya hani bir önceki yazımda. Onlar yoklar çünkü ben onları görmedim, duymadım. Çünkü kitap okuyordum! Sayelerinde 5 günde 1,5 kitap bitirdim(ki bir tanesi tuğla gibiydi) 

Hocalarımız kötü müydü? Yoo değildi, hepsi de alanında uzman hocalardı, ama maalesef kendilerini sadece akademik kariyer olarak geliştirmiş fakat "hoca" olarak hiç geliştirememişlerdi. Öylece kürsüden motamot anlatmakla olmuyor bu işler. Üniversite yıllarımda, ilkokul Türkçe derslerinde olan dikte çalışmasındaki gibi not yazdırarak ders anlatan(!) hocam geldi aklıma... Bazıları bence hep sahne gerisinde kalmalı, makale yazmalı. Böyle çok daha verimliler!

Peki ben kötü müydüm? Yoo değildim, değerli zamanını verimli kullanan bir öğretmendim. Bu konuda dediğimi de yaptığımı da yapabilir herkes! 

19 Haziran 2012 Salı

Bana, beni anlat hoca!

Öğretmenler için yapılacak yaz seminerleri öncesinde arkadaşımla konuşuyorum, işte sırasıyla beklentilerimi-öngörülerimi sıralıyorum:

1) Salona girmeden program akış çizelgesi verilecek. (Teknoloji özürlü ben, MEB'in sayfasını kontrol etseymişim açıklanmış programı zaten görecekmişim. Neyse ki, benim gibiler için program girişte panoya asılmıştı. 300 öğretmene 3 sayfalık programı dağıtmak saçma bir fikirdi; devletin parasını çarçur etmeye gerek yok, kendin çıktı al bi' zahmet değil mi...)

2) Çay-kahve vb. içecek satışının yapılacağı stantların oluşturulması. (Kimseler yapmayınca toplantı salonunun yakınında bulunan uyanık hipermarket(!) amcam açıverdi. Helal olsun kendisine "dönmeyen sermaye böyle döndürülür" dersi vermiştir "para yok" diye diye ağlayan bizim müdürlere...)

3) Senelerdir zamanın gerisinde kalmış mıy mıy mıy müfettişlerin, 21 aylık oğlumun görse "bu nedir" diyeceği sakil slaytlardan, kelime kelime-adeta işitme engelliler  dersi verir gibi- okudukları hep aynı konuları dinlememek! Artık  ben dili / sen dili / işte çocukları sevin / başını okşayın / göz teması kurun / veli ziyaretleri yapın / REM'e çocuk göndermeyin... bıdı bıdılarını dinlememek! Adam gibi eğitimi can damarından yakalayacak konuları uzmanlarına sundurmak.

("Küçük Hakan büyük gemi geçiyor" hikayeciğiyle başladığı, adeta stand up sanatçısı gibi devam ettirdiği semineriyle öğretmenden önce anne-baba eğitimi veren  Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu,

"Aşağıdaki şıklara baka baka yukarıyı göremez hale getirdiğimiz öğrencilerimiz"i bize gösterirken bol bol güldüren Ahmet Şerif İzgören,

Şiveli, rahat rahat konuşmasıyla anlattığı "beden dili"yle Prof. Dr. Ziya Selçuk,

"Çocuklarımız yeteri kadar ten ve söz teması kuramadan büyüyorlar, sorunun temel ihtiyacı yerine, akademik ihtiyacını gidermeye çalışmak anlamsız ve yok edicidir" diye bence tüm seminerin can alıcı noktasını bulan Prof. Dr. Selahattin Turan,

"Eşref Armağan"ı sayesinden tanıdığım ve öğrencilerime de tanıtacağım Prof. Dr. Ayşegül Ataman,

"Sorular, görmemiz gerekenleri farklı ve derin görmemizi sağlayacaktır, Bugün okulda ne sordun Richard?" diyerek anlatan;  renkli, pür neşeli, eğlenceli kişiliği ve sunumuyla çok şeyler öğrendiğim Doç. Dr. Nurdan Kalaycı,

"En büyük sahne sanatçıları sizsiniz ve güzel bir okul şarkısıdır "Neşeli ol ki genç kalasın, bu dünyadan zevk alasın"  şarkısını söyleyerek konuşmasını bitiren, 'Merkezi Üssü Öğrenci Olan Bir Sarsıntı Yaratmak' gibi çarpıcı isimli bir semineri veren, ve seminer hiç bitmese dedirten, şiirsel üslubu, tiyatral hareketleri ve iyi ki öğretmenim dedirten hoş sunumuyla  Prof. Dr. Ayhan Aydın, 

ben sizlerden çok şey öğrendim. 
Ben öğrenmeyi, kiri-pası atmayı, tazelenmeyi, coşkuyu her zaman severim.
Tekrar güzeldir; bazen en basit ama en hayati konuları unutabiliyor insan, çokça şeyler hatırladım.

Açık söyleyeyim beklentimin çok üstündeydi; bunu beklemiyordum. Alanında uzmanlaşmış, popüler, anlatabilen, zengin ve modern bir sunumla hazırlanmış hocaları bir arada, hem de ücretsiz olarak, tüm Türkiye'de aynı anda öğretmenlerin hizmetinde olacağını düşünmemiştim. Beni yanıltan, 2 yıl sonra döndüğüm mesleğimde adeta tepeden tırnağa bakım-onarım-cila-gaz işleminden geçirerek sahalara gönderen bakanlığa teşekkürlerimle...)

HANİMİŞ:  Programda adı olup da yazmadığım hocaların var bir sebebi elbet; yakında...
                    Diğer maddeler de var tabii, 3. madde uzayınca onlar da yakında :)



16 Haziran 2012 Cumartesi

Öğretmenler için yaz seminerleri başladı ve...

Saat 09:00'dan 14:15'e kadar hizmet içi eğitim seminerlerindeydim bu hafta.

Her yıl okullar kapandıktan sonra yapılan yaz seminer döneminin, birinci haftasını-uzaktan eğitim kısmını- bugün itibariyle tamamladık.

Cumhuriyet tarihinin en köklü eğitim reformlarından birini gerçekleştiren Milli Eğitim Bakanlığı'nın biz öğretmenler için hazırladığı bu eğitim seminerlerini heyecanla bekliyordum ben. 

Çünkü uygulayıcı olan ben-öğretmen yeni bir alana kaydırılıyordum. Artık 48 aylık öğrencilerim olacaktı.

Elbette neyi, nasıl, nelerle yapacağımı bilmem gerekiyordu. Eksiğiyle fazlasıyla sistem de, müfredat da bana emanet edilecekti. Önemli olan, hatta en önemli olan "ben" nasıldım acaba? 

Hele hele mesleğe iki yıl ara verdikten sonra yeni bir il, yeni bir okul, yeni idareciler, yeni öğretmen arkadaşlar, yeni bir yaş grubu, yeni bir sistem, yeni bir müfredat, yeni yeni yiğitler ve yeni yeni yoğurt yiyişler...

Elbette seminerlerden bir şeyler öğrendim (Onları da yazacağım), ama önce kendi kendimize öğrettiklerimiz  var sırada:

Dersler 09:00'da başlayacak dendiyse ve dakikasında başlıyorsa, elbette biz öğretmenler de orada zamanında oluyorduk, hayır rahat rahat 09:00'dan sonra gelmeye başlamıyorduk, hiç olur muydu...

Her öğretmenim çok kibar, çok centilmendir; ben de anlamadım kimmiş o günaydınlarına karşılık alamayanlar...

Cep telefonlarımızla daima dünyanın en önemli görüşmelerini yapıyor olsak da, elbette derslerden önce sessize alıyorduk, tabii ki de çalan telefonu açıp en ön sıradan konuşa konuşa salonu terk etmiyorduk, hayır asla deve kuşu misali fısır fısır konuşmalar yapmıyorduk...

Orada akademisyen ders anlatırken, dikkatle dinleyip not alan arkadaşlarımız varken, en son 8 Haziran Cuma günü gördüğümüz öğretmen arkadaşlarımızla 100 yıl önce görüşmüşüz gibi hararetle ve de yüksek sesle konuşmamız söz konusu olamaz...

Okulun bahçesi, ama açık hava, ama mütemadiyen sigara içildiğinde, açık havada duman altı olmaktan migren atakları geçirmedik biz, kimden duyduysanız saçmalamış...

"Salona yiyecek ve içecekle girmediğiniz için teşekkür ederiz" yazılı uyarısı kulağımızda küpeydi bizim, zaten öyle bir uyarıya gerek de yoktu, yerlere-koltuklara dökülen kahve-çay  herhalde öğrencilerden kalmış olmalı...

Evet evet yazılı uyarıyı yeterli görmeyip sözlü uyarıda bulunan salon görevlisi, bizce de ayıp etti, dedik ya çocuklar döktü o kahve çayları koltukların altına, çocuk işte...

Ay yok, kim salonda ders dinlerken cak cak sakız çiğneyebilir...

İmza sirküsüne imza atmak için türlü cambazlık yapan, sıra gözetmeyen vallahi de bizden değildir, mümkün olabilir mi...

Başkasının yerine imza atmak, imza atıp kayıplara karışmak... şaka mı bu...

1 saat 23 dakika boyunca susturulamayan "yurttan bağıran öğretmenler korosunun", şube müdürünün hötüyle susması akıl zorlayıcı bi' defa...

Biz öğretmenlik diplomamızı elimize aldığımız günden beri asla eksilmeyen, daima ve daima güncellenen- yenilenen bilgiye sahip olduğumuzu söylemedik, uydurmayın...

Hiç de bile, zorunlu eğitim olmasa da, biz eğitim için, her zaman her yerde hazır bulunuruz işte bu kadar!

"Bütün bunları yapabilmek için sizlere ihtiyacımız var" diyen sevgili akademisyenler ve bakanlık görevlileri gördüğünüz üzre bizler hiç ham olmadık; hep yanıyoruz hep taşıyoruz. 

Yaşı fark etmez, gönderin öğrencileri, bi' güzel eğitelim onları!



8 Haziran 2012 Cuma


MERHABA

Bugün  "anne öğretmen"  olarak ilk resmi günüm.
Birazdan seçtiğim-atandığım okulumu görmeye gideceğim.

Yeni şehir, yeni okul, yeni veliler, yeni öğrenciler ve yepyeni bir ben!

Tam "iki yıl" süren koza dönemimden sonra 
merhaba Minik Yıldızlar!

Ben çok heyecanlı hep heyecanlı  Reyhan Cadısı, sizi özledim...